Özgür İradenin Seçimi

Çocukluğum doğduğum şehir olan Rize’nin bir köyünde geçti. İlkokula başlamadan önce öteki; bizim eve 200-250 metre mesafede, çarşıdan eve dönerken son dönemecin olduğu sırttaki evdekilerdi. İlkokula başlayınca öteki kavramımız gelişti; öteki artık karşı mahalledekilerdi. Aynı okula gidiyorduk ama yolları bizimle aynı değildi. Madem bizimle yolları aynı olanlar ve olmayanlar vardı, öteki okul yolu bizimle aynı olmayanlar olmalıydı.
Büyümüş orta okullu olmuştum. Köyden ilçe merkezi sekiz kilometre. Doğu Karadeniz de dağlar denize doğru dikey sıralanırlar, her iki dağın arasında bir dere, ve her derenin iki tarafında da sıra sıra köyler vardır. Benim köyüme Çayeli ilçesinin Aşıklar deresinden yukarı giderek ulaşılır. Aha bizim dereden olmayan da varmış, dünya çok büyük diye düşünüyordum. Tabii benim öteki kavramım da dağ atlamıştı, artık öteki bizim dereden olmayanlar olmalıydı. Ben bizim mahalleden olmayanlara haksızlık yaptığımı düşünürken; 1983 yılında Çayeli’de kaymakamlık tarafından köyler arası bir futbol turnuvası düzenlendi. Bu turnuva eleme usulüne göre düzenlenmişti, -Hayatımda gördüğüm en heyecan verici turnuvaydı- bizim köy birinci tur, ikinci tur derken çeyrek finale kaldı. O zamanlar Çayeli’nin nüfusu on bin var mıydı bilemiyorum ama maçları seyreden sayısının iki-bine yakın olduğunu duyuyordum, ben henüz 11-12 yaşlarımda olduğumdan çok bir fikrim yok. Bu arda bizim dereden olup da bizim köyden olmayanlara ne kadar da haksızlık yaptığımı düşünmeye başladım. Adamlar bütün maçlarımıza geliyor, bize karşı bir haksızlık olunca bizden önce savunmaya geçiyorlardı. Çeyrek final maçının heyecanı ile biraz kavga ve tartışma oldu. Oyun 3-3 iken maç tatil edildi ve kaymakamlık bir olay çıkması ihtimaline karşı turnuvayı iptal etti. Tabii iki tane öte köyün insanlarını bir arada tutmak zor.
Orta okulun son sınıfında ben İstanbul'a taşındım. Buradaki ötekiler daha başkaydı. Dere köy falan yoktu ama Karadeniz’in doğusundan olanlar bizden, diğerleri öteki gibi görünmeye başlamıştı bana. Liseye geçtiğim yıl, okumak için İran’dan gelen ve evde yalnız kalan bir arkadaşımızın evinde parti düzenledik, bir parça da demlenmiştik. Birden sınıf arkadaşımız Okan ağlamaya başladı, Kastamonulu olan ve bizden bir yaş büyük olan Varol “Neden ağlıyorsun” diye sorunca “Ben Aleviyim” dedi. Varol “Eee ne olmuş Aleviysen” deyip olayı sıradanlaştırmaya çalıştı. Göktuğ “Bende Aleviyim” dedi. Benim literatürde Alevi nedir de yoktu zaten, öteki kavramım yanmaya başladı. Yine de ağlayan arkadaşım sakinleşmiş ve kendisinin öteki olmadığını anlamıştı. Bir daha bu konuya hiç takılmadı.
Kişi ellili yaşlarında lojistisyen olunca, insan ve kültür tanıma şansı çok oluyor; Hintli Müslüman, Sri Lankalı Budist, İsrailli Ateist, Amerikalı Hristiyan, Burkina Faso’lu sahtekarlar ve daha çokları ile tanışma ve konuşma fırsatım oldu, bunların da insan olduğunu, ötekinin gerçek olmayıp beynimizde büyüttüğümüz bir olgu olduğunu, bir parça da bizi yönetmeyi kolaylaştırmak için geliştirilmiş bir yöntem olduğunu kavradım. Zerdüşt’ün de dediği gibi, toplumlar varlıklarını pekiştirmek için birbirlerinin iyisini aşağılar.
17. yüzyılın sonlarına doğru yaşamış olan Hollandalı filozof Spinoza “Havaya atılan taşın bilinci olsaydı, yere düşmeyi özgür iradesinin seçimi zannederdi” diyor. İnsan refleksi burada kendisini taş ile mukayese eder hep, çünkü kütle çekimini olağan karşılarız. Yani kütle çekimi yaratabilirsek, her kişi kütle çekimimize kapılmayı olağan engellenmesini, özgürlüğünün elinden alınması olarak algılar.
Ben tam öteki sorununu çözmüşken, “Öteki Evren” hayatımıza girdi. Bu öteki evrende henüz yerleşim yeni başlıyor, bir mezar yeri de olsa almak lazım, ne de olsa yatırım yatırımdır. Ya da derenin öbür tarafında yeni bir öteki evren çıkar mı karşımıza, acaba bu yatırım çöp olur mu?
Üzerine biraz daha düşünmem lazım.
Düzenleme için Şafak Sayın a özel teşekkürler.