Enflasyondan, Kapsayıcı kurumlara Bir Yenilenme Hikâyesi
Enflasyon, benim kuşağımın duymaya çok alışık olduğu fakat içini açıp da pek bakmadığı bir kavram. Türkiye’de 1946 yılından bu yana süregelen enflasyon döngüsü, 2008–2012 döneminde vermiş olduğu kısa bir molayı saymazsak, 80 yıllık bir gündemimiz.
2023 yılında “yenmeye ant içtiğimiz” ama depreme kurban ettiğimiz enflasyonla mücadelenin en sert noktasını 2025’te yaşıyoruz. Deyim yerindeyse –yaprak yerinden oynamıyor–. Bunu biraz Gazze ya da Ukrayna olaylarıyla ilişkilendirerek kederimizi hafifletmek istesek de, problemin kaynağında 80 yıllık yaşamımızın bir parçası hâline gelen ve olağanlaştırdığımız enflasyonla mücadele var.
Enflasyonun içini açınca gördüğümüz şey ise istikrarlı artan fiyat oynaklığı. “İstikrarlı” ve “artan” olması da, araçsallaştırılmasını kolaylaştırıyor. E biz de millet olarak biraz kolayı seven bir yapıda olunca, bu söyleme kolayca tutunuyoruz. Hâ, buna bir de hızlı nüfus artışı ve köyden şehre göç eklenince, istikrarlı bir istikrarsızlıkla seksen yıl geçirdik.
Her gün artan fiyatların nerede daha fazla arttığını bilmek için tutacağımız hafiyenin maliyeti, elde edeceğimiz kârdan fazla olacağından bunu yapmadık. Ve zamanla fiyat sorgulamayı da bıraktık. Fiyatta aşağıda kalanın bedel ödediği bir düzen ile de artışa istikrar kazandırdık. Tabii ekonomistler enflasyonla nasıl mücadele edileceğini biliyordu; ama siyasi irade, oy kaygısından dolayı bunu başaramadı, “istese de yapmazdı” demek istemiyorum. Hızla artan nüfus, bedelini sorgulamadan “aş” istiyordu. Siyasetin bu bedeli kabullenmesi de o kadar kolay değil. Herkesin bir oyu varken, aş isteyenlerin sayısı istikrar isteyenlerden fazlaysa, politika çoğunluğu takip edecekti.
2012’de tam istikrar isteyenlerin sayısı çoğunluğa ulaşacaktı ki, Suriye olayıyla birlikte yine aş isteyenlerin sayısı öne geçti. Şimdi ise nüfus artış hızı yok denecek kadar az. Hatta azalma ne zaman başlayacak, artık bunu konuşur olduk. Ortalama yaşam süresi biraz yükselme eğiliminde olmasa, azalmanın kendisini konuşuyor olacağız.
“Ne koysan satılır” döneminin bence en büyük sıkıntısı, kalite yoksunu bir kısım zorbanın parasal güce kavuşup, bunu başarı olarak adlandırmasıdır. Uzun vadede sermaye kıt bir kaynak değil; asıl kıt olan yaratıcılık ve nitelikli girişimci. Ürettiği hizmet ya da ürün ile rekabet etmek yerine, ucuz iş gücü ile rekabet ettiğini sanan firmalar; kredi kartı dolandırıcılığına göz yuman ya da bunu besleyen bankacılık sistemi... Hepsi revize olmak zorunda. Artık halk, mücadele etmenin bir yolu olarak daha az çocuk yapmayı tercih ediyor. Bu, sessiz ama güçlü bir toplumsal tepki.
Biz bardağın dolu tarafına odaklanıp, “hayatta kalanın hikâyesi vardır” sözüne dönelim. TCMB enflasyonun 2025’de %24, 2026’da 12, 2027’de ise 8 olacağını ve 2028 itibarıyla 5 seviyelerinde istikrar kazanacağını öngörüyor. Aş isteyenlerin oranının düştüğünü kabul edersek –ki buna sebebimiz var– artık maaş seviyeleri Avrupa ülkelerinin dörtte biri değil. Neredeyse yakaladık, Doğu Avrupa'yı geçmiş de olabiliriz. Bu da istikrar isteyenlerin sayısal olarak çoğaldığını gösteriyor, bu yeni gerçeğimiz. Yani iyi yönetilmeyen, düşük verimlilikle çalışan birçok firmanın eleneceği bir dönemin arefesindeyiz.
Ucuz iş gücüne dayalı üretim yapan firmanın, sadece betona kredi veren bankanın, işlek caddede yüksek kira bedeli ile satış yapabilen mağazanın dönemi bitiyor. Nüfustaki hızlı artışın durması ile istikrarlı istikrarsızlık sona eriyor.
Yapay zeka ve internetin hızlanıp gelişmesi yeni bir yaratıcı yıkım dalgasını ateşledi. Artık enflasyon kalkanı olmayacak; bu da kapsayıcı kurumların yeşermesine ve yaratıcı yıkımın kaçınılmaz biçimde başlamasına zemin hazırlayacak.
Yapay zeka ve Internet çağında rakip arka caddede değil, dünyada parmağını koyduğun yerde. Şimdi son birimin maliyetini hesaplamayı, verimliliği artırmayı, yaratıcılığı teşvik etmeyi ve personel azaltmadan maliyeti düşürmeyi öğrenmeliyiz. Personel azaltmak kısa dönemde gider kısmak gibi gözükse de sonun başlangıcı olduğu unutulmamalıdır.
Umarım siyaset de geçmişte birçok kez yaptığı gibi sömürücü kurumları korumaz; bunun yerine, geliştirici kurumların yerleşmesine alan açar. Bizler de, gerçek piyasa koşullarında, adil ve heyecan verici bir rekabet döneminin keyfini çıkarırız.
Bu yazıya ilham veren “Ulusların Düşüşü” kitabı için Daron Acemoğlu ve James A. Robinson’a teşekkür ederim.